Birilerini İlâh ve Rab Edinmek
Okulu Değil, Sorumluluk Makamısınız!
Toplumun seçtikleri, kendilerine kutsallık atfedilen değil, hesap verebilir temsilciler olmalıdır. Ancak bazı yetkililerin sorgulamadan emir alıp uygulayan bir yapıya dönüşmesi, inancımızla da, demokratik sorumlulukla da bağdaşmaz.
Milletvekili, bürokrat ya da herhangi bir yetki sahibi… Kim olursa olsun, bir emir alındığında onu sorgulamadan uygulamak, hele hele dinî ya da toplumsal bir meşruiyet kisvesi altında bunu yapmak, o kişiyi ilahî konuma çıkarmaktır. Bu anlayış, bireyin aklını ve vicdanını askıya alarak sadece itaat eden bir 'emir eri'ne dönüşmesine neden olur. Oysa yetki, sorgulama ve sorumlulukla birlikte gelir.
Tarih boyunca insanlar, din ve devlet otoritelerini mutlaklaştırma eğiliminde olmuşlardır. Bu, kutsal metinlerde de açıkça eleştirilmiştir. Bir kişi ya da kurum, Allah'ın yerine geçemez.
Din adına hüküm vermek, helal ve haram belirlemek ya da toplumu yönlendirmek yalnızca ilahî kaynaklara dayanarak mümkündür. Ama ne yazık ki bugün, bazı şahısların ağzından çıkan her sözün kutsal metin muamelesi gördüğü bir iklim oluşmuş durumda.
Kur'an bu konuda çok net uyarır: Allah'tan başkasını rab edinmeyin! Dikkat çekici olan şu ki, bu rab edinme durumu sadece "tapınmak" anlamında değil, onun her sözünü sorgusuz kabul etmek anlamında da geçerlidir. Çünkü birinin sözünü, Allah'ın emrine aykırı olup olmadığını düşünmeden uygulamak, o kişiyi fiilen rab edinmek demektir.
Bir toplumda dinî ve siyasi figürlerin hatasız kabul edilmesi, onları eleştirilemez kılmak, onları beşer olmaktan çıkarır. Hâlbuki en doğruyu bile söyleyen kişi, yine de denetlenmeli, sorulmalı ve gerekirse uyarılmalıdır. Aksi hâlde birey iradesi iptal olur, toplum sürüye dönüşür.
Bugün hâlâ yürürlükte olan, ama uygulanmayan yasalar bile, bu sorgusuz itaati gözler önüne seriyor. Mevzuatta hâlâ şapka takma zorunluluğu var, kimse uygulamıyor ama kimse de kaldırmıyor.
Neden? Çünkü geçmişin hatırası kutsal sayılıyor. Hükümsüz bir yasa dahi sembolleştirilmişse, insanlar neyi neden yaptığını sorgulamaktan uzaklaşır.
Dinî figürlerin "her dediği doğrudur" anlayışı nasıl tehlikeliyse, devlet otoritesinin "yanılmaz" kabul edilmesi de o kadar tehlikelidir. Adil ve inanç özgürlüğünü gözeten bir hukuk düzeni kurmak için bu anlayışın terk edilmesi gerekir.
İnancı olan bir birey, başkasının inancına ya da inançsızlığına zorla müdahale edemez.
"Devletin görevi ise bu alanı korumak, çatışmaları değil, birlikte yaşama zeminini oluşturmaktır. Çünkü beden devleti temsil ediyorsa, ruh dini temsil eder. Bedensiz ruh olmayacağı gibi, ruhsuz beden de sadece topraktır.
Bugün birçok ülkede olduğu gibi bizde de "laiklik" adı altında dinle devlet birbirinden ayrılmış ama aslında bu, iki sistemin düşman ilan edilmesine dönüşmüş durumda. Halbuki ruh ve beden bir bütündür. Yasalar bunu göz önüne almalı, halkın inançlarını baskılamadan, herkesin inandığı gibi yaşamasına imkân tanımalıdır.
Toplumda huzur ve adaletin tesisi için ciddi bir hukuk reformuna ihtiyaç vardır. Çünkü insanlar devleti, dinlerini özgürce yaşamak, mallarını ve canlarını güvence altına almak için kurar. Dinler ise zaman, mekân ve sınır tanımayan evrensel değerlerdir.
Yetkililer şunu unutmamalıdır: Onlar görevlerini Allah adına değil, halk adına yürütür. Halk da onların emir eri değil, denetleyicisidir. Kutsallık atfedilen makamlar değil, sorumluluk taşıyan insanlar olmalıdır.
Selam ve dua ile.
Zübeyt BOZKURT
0 Yorumlar